Bozkurt NET{ Bozkurt NET
  Tıklayın kayıtlı kullanıcı olun
Ana sayfa ::Hasabınız :: Forumlar :: Makaleler :: İndir :: İletişim :: KURALLAR
alt1 alt1 alt1
alt1 alt1
alt1
Atatürk
Başbug
Atsız´ın Mektupları
Bozkurt
Tarihte Türkler
Osmanlı Sultanları
3 Mayis
Türk İslam Ülküsü
Ülkücü Hareket
İslam
Türk Büyükleri
12 Eylül
Dokuz Işık
Kızıl Elma
Doğu Türkistan
Türk Dünyası
Şiirler ve Marşlar
Ülkücü Şehitler
Ülkücüye Mektuplar
Sorular ve Cevaplar
Komünizm
Videolar
Müzikler
Postakartı

alt1 alt1
alt1
 Haber :
 Haber Ekle
 Haber Arşivi
 Arama
 Konular
 Baskıya hazırla
 Üyeler :
 Hesabınız
 Günlük
 Üye Listesi
 Özel İletiler
 ICQ Servisi
 Servisler :
 Kur'an-ı Kerim Meali
 Resim Galerisi
 E-Kart
 Dosyalar
 Müzikli Postakartı
 Cep Melodileri
 İletişim :
 Forumlar
 Bozkurtlar 100
 Bize Ulaşın
 Bizi Önerin
 Dökümantasyon :
 Makaleler
 Fikir ve Tarih Dünyası
 Kısa Nükteler
 Şairler ve Şiirler
 İzlenimler
 Ansiklopedi
 Dosyalar
 Dosya Ekle
 Popüler
 İlk 10
 Bağlantılar
 

alt1 alt1
alt1

alt1 alt1
alt1

alt1 alt1
alt1
AB'YE HAYIR

alt1 alt1
alt1
Makaleler
·Meluncanlar ve Biz
·Türk Tarihi ve Türk Adı
·Amerikan Genç Hristiyanlar Cemiyeti (Y.M.C.A.) ve Amerikan Kolejleri
·SEVR YASALARI MECLİS’TEN GEÇİRİLEREK TÜRKİYE YENİ BİR KURTULUŞ SAVAŞINA BAŞLAMAK MECBURİYETİNDE BIRAKILDI!
·ABD, Alenî Bir Düşman Haline Gelmiştir!
·Dedelerimiz Oğuzlar Çıkmış Yola Aral Kıyısından
·Avrupa Birliğine neden hayır.. Jeopolitik Yaklaşım
·Noel Üzerine
·Gümrük Birliği Anlaşmasının Anayasanın Başlangıç Kısmına Aykırılığı -1-
·Siyasi Konjonktürde Irak Türkmenleri
·Gümrük Birliği Anlaşmasının Anayasanın Başlangıç Kısmına Aykırılığı -2-
·Kıbrıs'ın Türkiyesiz AB üyeliği mümkün mü?
·Avrupa Birliği ve Kıbrıs Konusu
·Internet mi, İnternet mi?
·DİLDE, FİKİRDE, İŞTE BİRLİK (Gaspıralı ve Türkistan)
·İSMAİL GASPIRALI'NIN FİKİRLERİ
·Türkler ve İslamiyet
·Alparslan Türkeş'in Din Anlayışı ve İslama Bakışı
·Gök Tanrı
·Şamanizm Meselesi
·Ruhban Okulu neden açılmamalı?
·Ruhban Okulu
·Çanakkale Savaşları
·Türk Kültüründe Nevruz ve Milli Birlik-Beraberlik
· Sovyetler Birliği’nin Çöküşü ve Yeni Rusya Çeçen Mücadelesi
·Türkçenin Anadil Olarak Dünyadaki Yeri
·Masonların Kirli İşleri
·Gümrük birliği mi; sömürge antlaşması mı?
·17 Ağustos 1999 Depremi ve gizlenen gerçekler

alt1 alt1
alt1

alt1 alt1
alt1

alt1
Bozkurt NET :: Başlığı Görüntüle - GALIP ERDEM
  Link 1Ana sayfa | Link 2
Arama       


Bozkurt NET
Bozkurtların Yuvası
 

Forumlar Gruplar Gruplar Hesap Aç Oturum Aç  

  

Yeni Başlık Gönder   Cevap Gönder 1. sayfa (Toplam 1 sayfa)
« Önceki başlık :: Sonraki başlık »  
Yazar İleti
Vuslatim
Forum Yöneticisi
Forum Yöneticisi



Kayıt: Nov 02, 2004
İletiler: 3121
Şehir: Turan/Almanya

İletiTarih: Pzr Mar 15, 2009 5:21 am    ileti konusu: GALIP ERDEM Alıntıyla Cevap Gönder

RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GALİP ERDEM



Şeyh Edebâli’nin dediği gibi “İnsanlar vardır, şafak vakti doğup, akşam ezânında ölürler..” Kendilerine tahsis edilen ömrü tamamladıktan sonra, bu fânî dünyadan göç edip, bâkî âleme vâsıl olurlar...

Bu insanların büyük çoğunluğu, hayata ve zamana dâir önemli izler bırak/a/madıkları için geceye misafir olan akşamla birlikte unutulup giderler...

Bir kısım insan da vardır ki; yaptıkları, yaşadıkları, yaşattıkları ve yazdıklarıyla tarihte, toplumda ve insanlığın hâfızasında derin izler bırakır; geceye karışıp gitmez, nisyâna terk edilmez, geceleri yırtan müjdeli bir şafak gibi hayâtiyetini devâm ettirir, hatırlanır, aranır ve ya’dedilirler...

Onlar, büyük dâvâların, ulvî hedeflerin, soylu mefkûrelerin ve kutsal inançların müntesibi olup, bu yüce değerlerin gölgesinde şekillenen eşsiz bir mücâdelenin, tâvizsiz bir tavrın ve şâhikalaşmış bir şahsiyetin sahibi olan müstesnâ kimselerdir.....


Onlar, hayatlarını Hakk’a göre tanzim eden, çizgilerinde aslâ kırıklık olmayan, etrafı birer meşâle gibi aydınlatan, yollara ışık serpen, toplumlara hedef ve istikâmet veren, pek çok nesle örnek olabilmeyi başarabilen âbide şahsiyetlerdir…

İşte Rahmetli Galip Erdem ağabeyimiz de bu âbide şahsiyetlerden birisiydi. O, îman ve inancı, ilim ve kültürü, kararlılık ve cesâreti, ahlâk ve fazileti, hoşgörü ve vefâsı, tavır ve duruşu, ferâgat ve hasbîliğiyle nesiller boyu anlatılması gereken ve mutlaka anlatılacak olan örnek bir davâ adamıydı…

Galip Erdem, gençliğe yeni ufuklar açan bir mütefekkir, gelecek nesillere idealizm aşılayan bir gönül eriydi. Türk milliyetçilik tarihine ve bütün ülkücülerin kalbine altın harflerle yazılan rütbesiz bir mareşaldi...

Galip Erdem, Rize’nin Fındıklı ilçesinde10 Mart 1930’da dünyaya gelir. İlkokulu, 11 Mart İlkokulu’nda bitirir; ortaokulu, nahiye müdürü olan babasının memuriyeti dolayısıyla Bitlis ve Siirt illerinde tamamlar. 1949 yılında Erzurum Lisesi’nden pekiyi derece ile diploma alır. 1951 yılında yedek subay olarak askere gider ve 1952 Ekim’inde terhis olur.

Çeşitli memûriyet görevlerinde bulunur, ama bu görevlerde uzun süre çalışmaz. Galip Erdem’in hayat tarzıyla memuriyetin mesâi kavramı hiç uyuşmadığı için bu vazifeleri kısa sürede bırakır. 1959 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olur. 1958-1960 yılları arasında Türk Yurdu Dergisi’nin Genel Yayın Müdürlüğü görevini yürütür.

1961 yılında Tercüman Gazetesi’nde yazarlık yapar. Bilahare Yeni İstanbul gazetesine geçer. 1963 yılında İzmir’de avukatlık stajını tamamlar. Çok çeşitli kurumlarda müşavir ve danışmanlık görevlerinde bulunur.

Bizim Anadolu, Ortadoğu, Hergün…. gibi günlük gazetelerde ve Devlet, Töre, Bozkurt, Ocak, Yeni Sözcü, Ülkücü Kadro, Millî Eğitim ve Kültür, Bakış vs. olmak üzere ülkücü hareketin çıkardığı bütün dergilerde Galip Erdem, Bilge Erdem, Elif Bilge, Murat Bilge, İlteriş Metin, Mehmet Rasim ve Aptâlî isimleriyle fıkralar ve makaleler yazdı. 1982 yılında emekli oldu ve MHP-Ülkücü Kuruluşlar Davası’nda avukatlık yaptı.

O güzel insan, 12 Mart 1997 Çarşamba gecesi saat 22.10’da Ankara Gazi Hastanesi’nde bütün Ülkücüleri gözü yaşlı bırakarak “Soylu atlara binip” ebedî âleme gitti. Cenazesi 14 Mart 1997 Cuma günü öğleyin Kocatepe Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Cebeci Asrî mezarlığına defnedildi. Galip Erdem’in yayınlanmış eserleri: Ülkücünün Çilesi, Sosyalizm ve Milliyetçilik Üzerine Mektuplar, Suçlamalar (iki cilt) ve Mektuplar’dır...Kitap haline gelmemiş yüzlerce yazısı, yayınlanmamış atmışa yakın şiiri vardır...

Rahmetli Galip Erdem, “67 yıllık hayatına 500 senelik bir ömür sığdıran” sıra dışı bir insandı. Kültürü, vefası, fedakârlılığı, feraseti, inancı, milletine olan güveni, tavizsiz ülkücülük anlayışı, kıvrak zekâsı, nüktedanlığı ve hazır cevaplığıyla Galip Erdem, nev’i şahsına münhasır bir dâvâ adamıydı. O, “Herkes ölür ama her insan gerçek hayatı yaşayamaz” sözünü hayatıyla ispatlamış bizim “Cesur Yüreğimizdi”… O, hayatı normal ölçülerde yaşamadı...

Normali aşan her şey vardı onun hayatında... O, ülküsü için şahsî hayatını hiçe saydığı, inandığı değerler için yaşadığı, yaşatmayı yaşamaya tercih ettiği, kendini unutup milletini hiç aklından çıkarmadığı için “unutulmazlar” arasına girmiş örnek bir Türk milliyetçisiydi… O’nun gönlünde süflî sevdâlar aslâ yer bulamadı…

O, basit dünyevî hesaplar ve menfaatler için ideâllerini hiç unutmadı… O, kalbini ve beynini hiçbir zaman midesinin emrine vermedi… O, kimliğini ve kişiliğini inkâr etmeden, eğilmeden, bükülmeden, inançlarına gölge düşürmeden, üç günlük dünya için bırakın nâmerde, merde bile muhtaç olmadan da idealist bir hayat yaşanabileceğini cümle âleme gösteren bir güzel insandı...

Galip Erdem 13 Ağustos 1961 tarihli Tercüman Gazetesi’nde kaleme aldığı “Ülkücünün Çilesi” adlı makalesinde: “... Ülkücülerin hayatı bambaşkadır. Sözlüklerinde rahatlık kelimesinin yeri yoktur. Daima bir mücadele içinde ömür tüketirler.. ...Ülkücü dünya nimetlerinden yana nasipsizdir. Gözü yoktur ki nasibi olsun. Bir lokma-bir hırka ona yeter.

Paraya karşı o kadar müstağnidir ki, halkın hayretine sebep olur. Herkesin istediğini istemez, ne istediğini de herkes anlamaz...” diyerek anlattığı ülkücü çileyi bir ömür boyu çekmiş, hiç yılmamış, hiç taviz vermemiş, çizgisinde kırıklık bulunmamış, “lâf ile dünyaya nizâmat” vermemiş, “hânesinde bin türlü teseyyüp” bulundurmamış ve dünya malına tenezzül etmediği için ne banka hesabı, ne de tapu senedi olmamıştı...

“Bülbülün kırk türküsü vardır, kırkı da gül üstüne derler” ya, onun da bütün türküleri ülkü ve ülkücülük üzerine idi. Kimi zaman onlardan “Beşiktaşlı” diye bahseder, kimi zaman “Haskul”lardan söz eder, kimi zaman “Akyuvarların Hikayesinde” onları anlatır, kimi zaman da “Biri Elma, Biri Armut, Biri muz” diye hep ülkücü camianın dertlerini, meselelerini, inançlarını, çilelerini ve çözüm yollarını dile getirirdi...

İşte bu sebeplerden dolayı “Delikanlı Ülkücülerin” birkaç kuşağı Galip Erdem’e ayrı bir muhabbet besledi, müstesnâ bir sevgi duydu ve onu hep “ağabey” bildiler… Gerçekten de o, bütün ülkücülerin hep “Galip Abi”si oldu… O doğuştan ağabey yaratılan insanlardandı… Galip Erdem, ağabeylik sıfatını bi-hakkın yerine getirmiş, en kâmil mânâsıyla temsil etmiş bir dâvâ adamıydı... Aynı yaştakiler, hatta büyükler bile ona ağabey derdi.

Çünkü Galip Erdem, kocaman yüreğinin bir yerinde her ülkücü için ayrı bir mekan ayıran müstesna ve mükemmel bir ağabeydi... O, yalnızlığın asâletini kendi içinde yaşayan ama yüzbinlerce seveni olan muzdarip bahtiyarlardandı...

Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu, 12 Agustos 1963’te Nürnberg’ten yazdığı bir mektupta Galip Erdem’e “Galib-üz zaman” diye hitap eder. Bu mektubunda: “..Saltanatsız bir çınar ağacının dibinde senin Dede-Korkut’dan olduğunu ayân-beyân gördüm. Onun kişilerindensin. Anlı-şanlı o tâifedensin. Kutlu, sırlı sözler dağıtırsın. Esrarlı bir çeşmesin.

Sözü muhkem söylersin. Özden söylersin. Bir ibâdet vecdi içinde, bir sema şevki içinde kelâm eylersin. Gönülden, kelâmdan yana cömertsin. Sehâ sende mazhârını bulmuştur. Allah, Peygamber-i Ekberi, İmâmeyni Muhteremeyni yüzü suyu hürmetine seni esirgeyip hıfzeyleye. Himâyet ve siyânet buyura... ” sözleriyle duygularını satırlara dökmüş, Erdem sahibi “Galib-üz-zaman” hakkında çok isâbetli tespitlerde bulunmuştur...

Gerçekten de o bir gönül adamıydı, bir kelam ustasıydı, bir kalem ehliydi, bir nükte hazinesiydi. Asırlar öncesinden günümüze hitabeden, “soy soylayan-boy boylayan” bir Dede-Korkut, inandığı değerlerin çilesine talip olan bir Osmanlı Çelebisi, serhat boylarında at koştururken yolu Ankara’ya düşmüş bir akıncı beyiydi... O, fikir tezgâhında devamlı çile dokuyan ve çile girdabında hiç şikâyet etmeden ülküsünü yaşayan ideâlizmin son efsânesiydi…

Ülkücü hareket için mesai harcamak, fikir çilesi çekmek, düşünmek, konuşmak, yazmak onun için çok önemli bir görev, ihmâli mümkün olmayan bir vazifeydi... Bu sebeple bizim çıkardığımız bütün gazete ve dergiler mutlaka Galip Erdem’in kalemiyle müşerref olur ve yayınlarımız onun yazılarıyla irtifâ kazanırdı…

Galip Erdem, çok genç yaşında Türkiye’nin en yüksek tirajlı gazetesi olan Tercüman’da köşe sahibi olmuş, başyazarlık yapmıştı. Kısa sürede ismini geniş kitlelere duyurdu...Yazarlık felsefesini 1.1.1961 tarihli Tecüman’daki yazısında. “..İnandıklarımın hepsini yazamayacağım, ama inanmadığım hiç bir şeyi de aslâ yazmayacağım..” diyerek açıklamıştı. Hayatı boyunca hep bu temel ilkesine ve hayat felsefesi olan ülküsüne her zaman bağlı kalmış, onlara salâ ihânet etmemiş ve inançlarından hiçbir zaman taviz vermemişti.

Türkçe’ye çok hakim ve anlatım mahâreti çok kuvvetli bir yazardı. Hemen bütün yazılarında didaktikliğin yanında, hafif bir alay, ironi, taşlama ve korkusuz bir edâ vardı. Yazıları çok zevkle okunurdu. Kalemi en güçlü silahıydı. Türkçe onun kaleminde çifte su verilmiş çelik kılıç gibiydi. Kalemini kılıç gibi kullanmasına rağmen, bazen “yazma orucu” tutar, bazen de “söz perhizine” girerdi...

Galip Erdem, zayıf, çelimsiz ve öne doğru hafif kamburdu. Onun sîmasında hastalıklı bir yüz yapısı vardı. O, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünü tedâvülden kaldıran insanlardan biriydi. Vücudu çok sağlam değildi, ama kafası çok sağlam, muhakemesi çok güçlü, hafızası kuvvetli, yorum kabiliyeti olağanüstü olan ve pek çok sahaya vukûfiyeti bulunan bir “ayaklı kütüphane” ydi. Galip Erdem’in cesâmetiyle mütenasip olmayan bir cesâreti vardı.

Köroğlu cesâretiyle yaşamasına ve yazmasına rağmen, üfürülse uçacak 45 kiloluk bir insandı. Hâlim selim yapısına, çelimsiz bedenine rağmen çatal yürekli bir dava adamıydı. Cesaretini inancından ve çok sağlam fikir yapısından alıyordu. Onun hiç kimseye eyvallahı yoktu. Hiç kimsenin önünde eğilmedi.

O bizim “Küçük Dev Adam”larımızdan, “Atom Karınca”larımızdan birisiydi... Onun yüreği dev gibiydi... Herhalde “Pala Remzi” türküsü yanlışlıkla bu isme yazılmıştı... Çünkü Galip Erdem, bıyığı da, yüreği de pala olan yiğit bir kalem ve kelâm ehliydi.

Hep “adam gibi” durmayı bildi, yılmadı, yıkılmadı, korkmadı, ürkmedi, eğilmedi, her şartta ve her zaman önce adam, sonra dâvâ adamı olmayı bildi. 12 Eylül döneminde en cesur yazıları o yazdı. O, bizim en “Cesur yüreğimizdi” Kolay günlerin, rahat dönemlerin tatlı su milliyetçisi değildi... Fuzûlî’nin:

“Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devrân bî-sükûn
Dert çok, hem-dert yok, düşman kâvî, tâli zebûn”

Diye ifâde ettiği dar zamanlarda vâr olan bir yiğit insandı…“Erlik darlıkta belli olur” diyenlerdendi. İnancı uğruna her türlü fedâkarlığı göze alırdı. Hiçbir hesabı olmadan dardaki her ülkücünün yardımına koşardı. Bizim neslimiz için 12 Eylül bir mîlattı, bir mikyastı, bir mihenkti... Bu zor dönemde 12 Eylül mihengine vurulan ve “yüzü-gözü krem çıkan” bazı davâ adamlarının (!) ayar düşüklüğü ortaya çıkarken, Galip ağabeyin 24 ayar altın olduğu bir kere daha herkes tarafından görülmüştü…

O. Türk milliyetçilerinin bu zor döneminde her işi bir yana bırakmış, eski defterleri kapatmış, “Zaman erlik zamanıdır, dünkü küskünlükleri bir yana bırakmak ve birlik olmak zamanıdır” demiş, kendisine “hain” diyenleri de savunmak için yıllar önce çıkarıp sandığa koyduğu avukat cübbesini yeniden giymiş, haksız yere zindanlara atılan, akıl almaz işkencelere maruz kalan “darbezede” ülkücülerin yardımına koşmuştu... Bir yandan avukat sıfatıyla davalara giriyor, bir yandan oluşturulan hukuk bürosunda diğer avukat arkadaşlarına yol gösteriyor, bir yandan da bahtsız ülkücülere ve ailelerine o meşhur “Mektup”ları götürüyordu...

Mamak’taki ülkücülere göndermek için topladığı paralara o “Mektup” adını vermiş ve bu mektupları değişik isimlerle cezaevlerine göndermişti. Rahmetli, ülkücülük söz konusu olunca sevmek fiilini diline tespih edenlerden değil, hayatıyla çekenlerdendi... Mamak mağdurları için emekli olan, emekli ikramiyesini bu uğurda harcayan, 5-6 yıl hiç aksatmadan haftalık 2 duruşma ve 2 ziyaret için düzenli olarak Mamak’a taşınan ve emsâli olmayan bir kahramandı... Eylül’deki hüznü, çileyi, yalnızlığı, çaresizliği ve ihâneti belki de en fazla o yaşadı…

Fakat ne Yusufiyeli ülkücüleri, ne de ailelerini boynu bükük bırakmadı... 12 Eylül’de nice büyük görünen bazı insanların esâmesi okunmazken, Galip Ağabey; Konsey üyelerine çok riskli mektuplar yazdı... Bir mektubunda: “Mamak’ta dar ağacına çekilmek istenen kişiler değil, Türk Milliyetçiliğidir” diye haykırıyordu... Kendisi için hiç yaşamadı, hep başkaları için, hep ülkücüler için yaşadı. Hasbîliğin canlı bir timsâli idi. Bilenler çok iyi bilir ki, Galip Erdem’in o dönemde yaptığı yiğitlikleri, yardımları, kadirbilirliği anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır…

Eskilerin “Semere-i hayat, hayır ile yâd edilmektir” diye bir sözü vardır. Her şey bir tarafa Galip Abi’nin 12 Eylül’de verdiği mücâdelenin zekâtı bile onu hayır ile ya’detmeye yeter de artar bile… Bu sebeple 12 Eylül denilince ülkücülerin aklına hep Galip Erdem gelir ve bu erdem âbidesinin kalbimizdeki müstesna yerini ve sevgisini kelimelere sığdırmak aslâ mümkün değildir…

Galip Erdem, dünyaya ve olaylara filozof gözüyle bakardı. Hayatı her türlü kural ve kayıttan münezzeh tutmayı temel düstûr edinmişti. Özellikle zamana, zamana dayalı sınırlamalara ve düzenlemelere kendisini hiç bağlı hissetmezdi. Geceleri sabahlara kadar okuyarak geçiren bir kitap kurduydu, gündüzlerini ise çoğunlukla uykuya hasrederdi… Bu sebeple gündüz çalışılacak ve zamana bağlı işleri hep bırakmış, avukatlık ve memurluk yapamamış, yazarlık ve müşâvirlik görevlerini üslenmişti...

Dağınık yaşardı, pejmürde giyinirdi, üç-dört günlük sakalla gezerdi. Elbisesi hiç ütülü olmazdı. O zaten kendi ifâdesiyle “Bekârlar tekkesinin bir garip Gâlibî şeyhiydi”... Fikir, his, mefkûre dünyamızı düzenleyen, ülkü, ahlâk ve siyâsî tercihlerimizi belirleyen bir “şeyh”ti... Dünya işlerini, evini, üstünü-başını kendisini sevenler tanzim ederdi... “Bizim tarikat şeyhi ıslah tarikatı. Her tarikat müridi ıslah için kurulur; Gâlibî tarikatı da beni ıslah için kurulmuştur..” derdi...

Çünkü bazen giydiği çorapların rengi farklı olur, bazen pijaması pantolonunun altından sarkar, bazen de gömleğinin düğmelerini ters iliklerdi. Galip Erdem, paraya hiç önem vermez, akçalı işleri sevmez ve maddeye hiç eyvallah etmezdi. “ Maddecilerin en ustası olmaktansa, bir ömür boyu Ülkü erlerinin peşinden gitmeyi, hatta ifâdemi mazur görünüz hep çırak kalmayı tercih ederim” diye yazan tok bir gönlün sahibiydi...

Dünya malına îtibar etmedi, maddeye hiç önem vermedi... Elindeki üç-beş kuruşu fakir ve ihtiyaç sahibi ülkücülere dağıttığı için hep maddi sıkıntı çekti, hiç iki yakası bir araya gelmedi... Dünyanın bir tek çöpünde gözü olmadı... “Fenafilhalk olmadan, fenafilhak olunmaz” felsefesinin müntesibiydi.

Galip erdem, kıvrak bir zekâ ürünü olan nükteleri, müthiş hâfızası, engin hoşgörüsü ve çelebi tavırlarıyla hepimizin gönlünde taht kurmuştu. Rahmetli çayı çok sever, sigarayı ağzından düşürmez, meşrubat olarak Pepsi içerdi. Doktorlarla arası yoktu.

Ya, “Biraz sabırlı olursak doktora lüzum kalmaz” der, ya da “okunmuş hap” dediği ilaçlardan ne bulursa içerdi. ... Hep böbrek taşı düşürür, çok sancı çekerdi... Zaten onun ömrü hep sancı içinde değil miydi? Emine Işınsu’nun “Sancı” romanında anlatılan fikir çilesini ve davâ sancısını en fazla çekenlerin başında o gelmez miydi?

Çok farklı bir bakış açısı vardı ve hadiseleri kendine has üslûbuyla orijinal bir biçimde yorumlardı... Ona göre milliyetçilik “mensûbiyet şuuru” diye tarif edilen ve taviz verilmemesi gereken bir vakardı... Ülkücü çilesi daha lise yıllarında başlamış ve ilk Turan seferine Erzurum Lisesi öğrencisiyken çıkmıştı... “Kürşad’ın kırk çerisinden birisi” olmak için trenle Van’a gitmiş, oradan Ötüken’e yol bulmak için gayret göstermiş, Orta-Asya’ya nasıl gidileceğinin yollarını aramıştı…

Derdini kimselere anlatamasa da, “Van civarında Ötüken ve Orta-Asya diye bir yerleşim yeri yok” denilse de, o Turan denen bu kutlu yola, “bir mehâbetin zirvesine” baş koymuş, “Pars Abi’sine ayıp olmasın” diye Almıla’ya gizli gizli sevdâlanmıştı...

Yüreğinde Türk Dünyası’nın ayrı bir yeri vardı... Hayattaki en büyük mutluluğu Sovyetlerin parçalanması ve Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığına kavuşmasını görmesiydi...Esir Türk illerinin hürriyet mücâdelesini ülküsüne tuğ yapan, “Yaslı yaralı Türklerin” derdine derman olmak, kurtuluşuna ferman bulmak için bir ömür vakfeden Galip Erdem’e -lise yıllarında niyetlenip Van üzerinden gitmek istediği- “Hacc-ı Turan”ı ifâ etmek 50 yıl sonra nasip olmuştu…

Ata yurduyla hasret gidermek ve Türk Dünyası’nın bağımsızlığına kavuştuğunu görmek; bütün ülkücüler gibi Galip Abi’ye de kelimelerin ifâdede yetersiz kalacağı çok büyük bir saadet yaşatmıştı... 24 Kasım 1969 tarihinde kaleme aldığı ve “Bana hayalperest diyorlar... Aptallar... Hayâl kurmasını bilmeyenlerin insan değil, ancak eşşek olabileceklerinden haberleri bile yok” diye biten “Bakü Geceleri” isimli yazısında; Kafkaslardan esen yellerin Turan ufuklarını bir lâle bahçesine çevireceğine, Uluğ Türkistan’ın semâlarında mübârek bayraklarımızı dalgalandıracağına yıllar öncesinden işâret etmişti...

Rahmetli Galip Erdem, sohbet ve konferanslarında vermek istediği mesajları, söylemek istediği meseleleri yumuşak tonda ve tatlı bir üslupla anlatırdı. Sesi görüntüsüne tezat teşkil edecek derecede kalın ve etkileyiciydi. Tavır koymasını çok iyi bilir, hiç kimseden lafını çekmezdi. Tâvizsiz bir davâ adamı ve gerçek bir Türk münevveriydi... O, mevsimlik ideâlist, sentetik milliyetçi, seyyar kıbleli muhafazakâr, fason dava adamı ve rozeti yüreğinden büyük olan insanlardan değildi. O ismiyle müsemmaydı. O bir Erdem şahikasıydı.

Bir ülkü, bir vefa, bir dava, bir inanç adamıydı. Son yıllarda sıkça söylediği bir sözü vardır ki , yarım yüz yıllık milliyetçilik serencâmımızı bir cümlede özetlemiş; “Türk milliyetçiliğinin temel meselesi Türk milliyetçileridir...” diyerek müthiş bir teşhis ve tespitte bulunmuştu...

Galip Erdem 67 yıllık hayatında; makamı, parayı, şöhreti ve serveti umursamış, şahsî ideâllerin değil, hep millî mefkûrelerin peşinden koşmuş, “günün adamı” olma yerine “tarihin ve milletin hayırla ya’dettiği adam olma” cehtini göstermiş; ömür boyu alnı ak, başı dik ve sevdâsı Hakk olmuş örnek bir Türk milliyetçisiydi…

1959 yılındaki bir makâlesinde kendisini: “Millet gerçeğine inanmış, milliyetçilik ülküsüne yüreğini kaptırmıştı.. Hâlâ o eskisi gibidir, hiç değişmedi...” diye ifâde ediyordu...1961 yılındaki bir başka yazısında ise: “İnsan vardır kendini dünyanın mihveri sanır; insan vardır kendini aşan bir büyük gâyenin vasıtası olduğuna inanır... Ben inananlardanım...” diyordu… Ömür boyu hiç değişmeyen ve her zaman inançlı olan Galip ağabeyimizi vefatının 8. sene-i devriyesinde onu rahmet, minnet, hürmet ve eksilmeyen bir muhabbetle anıyor, hasretle arıyoruz...

Hakk’a yalvardığı “Bayram Duası” yazısında: “…Allah’ım, hırsımızı yenmenin yollarını öğret bize…Sana ve milletimize lâyık insanlar olalım…Önce Hakk’a , sonra da halka hizmet etmesini bilelim… Bize “Büyük Cihad”ın yollarını göster… Nefsimizi yenmenin sırlarını bildir, iyi görünmenin yetmediğini anlat bize, iyi olmanın yollarını öğret...

Allah’ım vefâyı öğret bize, fazîleti öğret, inanmanın büyüklüğünü anlayacak bir idrâk ver bize… Sevmeyi öğret bizlere... ” diyordu... Biz onu hep iyi biliyor, inancına, vefâsına, fazîletine, sevgisine, nefsini yendiğine ülkücüler olarak şahâdet ediyoruz... Son elli yılda çok Alpler, çok Erenler yetişti ama bir tek Dede Korkut’umuz oldu o da Galip Erdem Ağabeyimizdi...

Galip Ağabeyimizin; âbide şahsiyeti, ideâlist zihniyeti,üstün cesâreti, vefâsındaki asâleti, mücâdele azmi, zulme direnişi, fedakârlığı, yiğitliği, “Haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmaması”, her zaman Hakk’ın yanında yer alması, dünyevî menfaatler için eğilmememsi, inancından aslâ tâviz vermemesi, ülkücülüğünden en olumsuz şartlarda bile geri adım atmaması bize ve gelecek nesillere örnek olmalıdır/olacaktır…

1984 yılında yayınlanan Mektuplar kitabında “ Allah’ınıza, milletinize, tarihinize hesap verebildikten sonra ötesine hiç aldırmayın” diyen Galip Erdem ağabeyimizin ruhu şâd, mekânı cennet olsun... Allah’ın mağfireti, Peygamber Efendimiz’in şefaati Galip ağabeyimizin üzerine olsun...

O hepimizden alacaklı gitti... Onun hakkını bizler nasıl öderiz? Fatihası ve Yasin’i o çok sevdiği Ülkücüler tarafından hiç ama hiç eksik bırakılmasın... Allah (c.c.) gani gani rahmet eylesin…Mekânı Cennet Olsun… Âmin…

Dr. Mehmet GÜNEŞ
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder
Vuslatim
Forum Yöneticisi
Forum Yöneticisi



Kayıt: Nov 02, 2004
İletiler: 3121
Şehir: Turan/Almanya

İletiTarih: Pzr Mar 15, 2009 5:23 am    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

MEKTUPLAR - Galip ERDEM MASAL SEVER Misiniz ?



Zamanın bir vaktinde, memleketin birinde üç öküz varmış. Akça öküz, kara öküz, sarı öküz.. Diğer öküzlere hem benzerlermiş, hem benzemezlermiş! Hangi taraflarının benzediği malum. Benzemeyen yanlarına gelince, birbirleriyle pek dost imişler. Hani, Canciğer kuzu sarması dedikleri cinsten. Birbirlerinden hiç ayrılmaz, her yere birlikte giderlermiş. Beraberce otlar, yiyecek sıkıntısı çekseler bile bulduklarını kardeşçe paylaşır, asla dövüşmezlermiş. Bir tehlike ile karşılaştıkları zaman derhal birleşir, iri ve korkunç boynuzlarını kullanarak en azılı düşmanlarını korkutur, yanlarına yaklaştırmazlarmış. Doğrusunu isterseniz, dostluğun çok da faydasını görmüşler. En verimli çayırlara gidiyor, birlikte güzel güzel otluyor, semirdikçe semiriyorlarmış. Eğer bir gün öküzlükleri tutmasaymış, ömürlerinin sonuna kadar gül gibi geçinip gideceklermiş!...

O sıralarda, hayvanlar padişahı Arslanın canı sıkıntılı imiş. Çünkü, ormanda hiç işi yokmuş. Yenecek hayvanların sanki de nesli tükenmiş. Arslan hazretleri sabahtan akşama kadar hep esniyor, midesi de kazındıkça kazınıyormuş. Bakmışki, böyle olmayacak: "Bari, demiş, ormana çıkayım da çayırlara doğruşöyle bir uzanayım, belki de birşeyler bulurum." Dediği gibi de yapmış. Çayıra gelince üç ahbap öküzü görmüş, ağzından sular akmış, "Ah, diye söylenmiş.şunları bir yesem de midem bayram etse!..." Önce adeti üzere kükremiş, sonra öküzlerin üstüne yürümüş. úç ahbap, arslanın sesini duyunca, hemen yan yana durup safları iyice sıklaştırmışlar, bir de hafiften bir "boynuz" gösterisi yapmışlar! Arslanda akıl çok...Vaziyetin nezaketini anlamış, siyasetini hemen değiştirmiş. Fazla yaklaşmadan öküzlere seslenmiş: "Günaydın,arkadaşlar nasılsınız?" Padişah hatır sorunca, tabii akan sular durmuş,eğilip saygılarını sunmuş, cevap vermişler: "Sağolun efendim, çok iyiyiz!" Arslan tekrar seslenmiş: "Değerli arkadaşlar, gelişimi galiba yanlışanladınız, sizi yemek istediğimi sandınız. Asla böyle bir niyetim yoktur. Karnım da zaten pek toktur. Günlerdir sizi gözlüyorum. Dostluğunuza, samimiyetinize hayran kaldım. Yiyecek her zaman bulunur, ama candan bir dost bulmak çok güçtür. Beni de aranıza almanızı, dost olmamızı teklif ediyorum. Sizi hiçbir zaman yemeyeceğime, üstelik bütün düşmanlarınıza karşı koruyacağıma söz veriyorum. Hayvanlar padişahı ile dost olmak istemez misiniz?..." Öküzler, arslanın dostluk teklifine öyle sevinmişler ki, neşelerinin fazlalığından böğürmeye başlamışlar. Bir arslanla üç öküz arasındaki duyulmamışdostluk böylece kurulmuş. Bir gün, üç gün geçer, arslanın iştahı kabardıkça kabarır, münasip fırsat kollar. Fırsat çıkmayınca, dayanamaz icadeder. Bir gün, akça öküz, çayırın yanındaki dereden su içmeye gitmiş. Arslan, kara öküzle sarı öküze ya nasip demişki: "Sevgili arkadaşlar, size büyük bir tehlikeyi haber vermek zorundayım. Akça öküz arkadaşımız yüzünden her gece kötü bir duruma düşüyoruz. Çünkü akça öküz, rengi çok uzaklardan seçildiği için, karanlıkta yerimizi belli ediyor, düşmanlarımızın silahına hedef oluyoruz. Çok düşündüm; yazık ki, başka bir çare bulamadım. Yaşamak istiyorsak, akça öküzden kurtulmamızşarttır. Onu aramızdan atmalıyız. Siz ne fikirdesiniz? "Kara öküzle sarı öküz boynuz boynuza verip konuşmuşlar. Akça öküz giderse, çayırın kendilerine kalacağını da söyleyememişler ama, hesaba katmışlar. Nihayet; "Ferman efendimizindir, tedbiriniz münasiptir." Cevabını vermişler. Arslan teşekkür ettikten sonra, "Akça öküz aramızdan ayrılınca ya bir kaplanın veya insanoğlunun midesine inecek. Arkadaşımızın düşmanlarımızı beslemesinden herhalde hoşlanmazsınız. Iyisi mi ben yiyeyim. Sizi çok seven bir dostunuzdan bu kadarcık bir armağanı esirgemeyeceğinizi umuyorum." demiş. Kara öküzle sarı öküz, arslanın sözlerini akla yatkın bulmuşlar, akça öküzün yenmesine razı olmuşlar. Aradan beşgün geçmiş, arslan; sarı öküzle tek başına konuşmuş. Aynı hikaye, aynı düzen! Kara öküz de mideyi boylamış. Bir beşgün daha geçmiş: arslan, sarı öküzü almışkarşısına. Bir kökremiş "Ey öküz oğlu öküz, demiş,sıranın kendine geleceğini hiç düşünmedin mi?"

Masal böylece bitiyor. Arslan, muradına ermiş, biz kerevetine çıkmışız: öküzler de arslanın midesine inmiş!

Bakıyorum: Yiyenlerin arslanlıkla en ufak bir ilgileri yok; yenenler de öküz değil. Yine de yenme işi devam ediyor. Neyin nesi acaba?...

*Galip Erdem, Mektuplar - Masal Sever misiniz, Devlet Dergisi, 1 Eylül 1969, sf.5
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder
Gokcebala
Amatör Üye
Amatör Üye



Kayıt: Dec 20, 2008
İletiler: 172

İletiTarih: Pts Mar 16, 2009 7:48 am    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

İnsanoğlu, zaman içinde gelişen eğitim imkânlarına rağmen, temel yapısı bakımından çok zayıf bir varlıktır.Hayatın vazgeçilemez sandığı hazlarına; diğer bir söyleyişle, “Dünya nimetleri”nin çekiciliğine öylesine kapılmıştır ki; Büyük hedeflere yönelmiş bir yolculuğu göze alamaz; yüce bir ülküye bağlanmaktan duyacağı heyecanı yeryüzündeki zevk kaynaklarından alamayacağını bilemez; yüreğinin nasıl temizleneceğinden, ölüm korkusunu nasıl bir kolaylıkla yeneceğinden haberi yoktur. Ülkücülüğe varmanın yalnız bir irade konusu değil, aynı zamanda bir nasip işi sayılması gerektiğini hiç unutmamalısın ama, son nefesini verinceye kadar da , seçkinlerden biri olduğun düşüncesinden hiç ayrılmamalısın. Bütün insanlar gibi senin hayatında da yıldızının parladığı saat çalacaktır. Ömrün boyunca uyanık kalmalı, fırsatı kaçırmamağa bakmalısın.

Ulaşacağımız beden hazlarından her birinin tarifsiz bir yorgunlukla sona ereceğini, en uzun süren ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünenlerin bile, ölümlü dünyadaki misafirliğinle birlikte biteceğini öğrenecek, öz varlığını aşan üstün bir gaye için mücadele edeceksin. Belki yanlış anlaşılacak, belki de budala yerine konacaksın. Yine de , kalabalığın hükümlerine aldırmayacak, ruhunun zenginliğinden fakirlerin payını ayıracak, yiğitliğine yaraşır bir cömertlikle nasiplere acıyacaksın. . Kısa bir deyişle, sevgili dostum, katlandığın fedakârlıkların bedelini hiç kimseye ödetmeyeceksin. Verenlerden kaçacak, almağa muhtaç düşenleri arayacaksın.

Dünya nimetlerinin sunacağı biri diğerinden değişik ve sarhoş edici hazlardan uzaklaşmanın geçici acılarını elbette inkâr edemem. Ama sen de, eğer nasibinde varsa ve geçireceğin çetin denemeyi başarı ile sonuçlandırırsan, “ayrılık derdine doyamamanın” mânâsını anlayacak, bir başka âlemin sırlarına açılan kapıdan girmene izin verilince sahici mutluluğa ereceksin. İşte o vakit, sokakları temizleyen bir çöpçü bile olsan, ülküsüz kalabalıklardan ayrı ve daha üstün olduğunu görecek, alçak gönüllü davranmağa alıştığından, hiç şüphesiz
gururlanmayacaksın. İnsan yapısındaki bütün kusurlardan arınmanın imkânsızlığını, hiç hatâ yapmamanın yalnız meleklere tanınmış bir imtiyaz olduğunu aklından çıkarmayacaksın. Ülkü yolunda harcadığın emeklerin, yüksünmeden çekeceğin zahmetlerin yanlışlarının azalmasına yaradığını görecek, dünyaya gelişinin asıl mânasını kesinlikle anlayamasan bile, mutlaka sezeceksin.

Bana göre, yeryüzünün tanıdığı en büyük şâirlerden biri olduğuna hiç şüphe etmediğim Karacaoğlan’ımız; hani nerede ve ne zaman doğduğu bilinmeyen, hayatını hâlâ öğrenemediğimiz, “okuyup yazması yoktu !” denerek küçümsenmek istenen, Âşık Ömer gibilerinin hor baktığı emsalsiz usta var ya, işte O, bir şiirinin ilk dörtlüğünde şöyle diyor: “Nedendir de kömür gözlüm nedendir,/ Şu benim geceler uyumadığım,/ Çetin derler ayrılığın derdini,/ Ayrılık derdine doyamadığım!” Ayrılık derdine doyamamanın zevkine varamıyorsan, sakın gücenme, ülkücülük merdiveninin daha ilk basamağındasın. Okuduğunu bir söz oyunundan ibaret sanıyorsan, senin adına çok üzüleceğim. Karacaoğlan’ın şiiri belki yaşayan bir “Kömür gözlü” için yazılmıştır; belki de herkesin açıklayamayacağı bir sırrın anahtarıdır, yüce bir varlığa sesleniştir. Öyle veya böyle, sonuç değişmez. Ayrılık derdinin doyulmaz tadını yüreğinde taşıyacak, yaşadığın müddetçe, hiç ara vermeden, peşinde koşacaksın.

Ülkü adını verdiğimiz sevgili, dünya güzellerinin hiçbirine benzemez. Kavuşmayı hep özleyeceksin. Sen yaklaştıkça o uzaklaşacaktır. Yine de , yalnız O’na doğru yürüyeceksin. Belki hiç varamayacaksın ama, kavuşmak için çalışacaksın, yorulacaksın, dövüşeceksin, hattâ öleceksin.

Karıncanın hikâyesini dinledin mi, okudun mu? Kocaman bir dağı, minicik toprak kırıntılarını taşıyarak, ortadan kaldırmağa çalışırmış! Yolcunun biri, şaşkınlıkla sormuş: “Karınca kardeş, ne yapıyorsun?” öteki işini bırakmadan cevap vermiş: “Şu dağın ardında bir sevgilim var. Kavuşmamız için aramızdaki engeli yıkmamız gerekiyor da!” yolcu: “Sen aklını mı kaçırdın?” demiş. “Yüce bir dağı nasıl kaldırırsın, gücün ne, ömrün ne? Vazgeç bu işten!” karıncanın cevabını hiç unutma, duymamış ülkücü arkadaşların varsa, anlat: “Ey insanoğlu, belki de haklısın. Dağı ovaya indiremem, sevgilimi göremem belki, ama yolunda ölmesini bilirim


Nisan/1974 tarih ALİNTİ
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder
Yeni Başlık Gönder   Cevap Gönder 1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

  


 
Forum Seçin:  
Bu forumda yeni konular açamazsınız
Bu forumdaki iletilere cevap veremezsiniz
Bu forumdaki iletilerinizi değiştiremezsiniz
Bu forumdaki iletilerinizisilemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © 2001, 2005 phpBB

alt1
1998-2007 Bozkurt NET
alt1
1998-2010 BOZKURT NET
--------------------------------------
Web sitemiz PHP-Nuke (© 2003) kodlarına sahiptir. PHP-Nuke GNU/GPL lisansı altında dağıtılan ücretsiz yazılımdır.
alt1